1.Ergenlik
Kanın Deli Aktığı Dönem: Ergenlik
Ergenlik dönemi uzun süren yaşam yolunun keskin virajlarla dolu, yürümesi hem zor
hem de heyecanlı ve riskli olan kısmıdır. Ergen kişi bu virajlı yolda çok kolayca,
hiç beklenmedik şekilde, uçuruma yuvarlanabilir. Bu yolun sonrası ise görece daha
düzgün ve belirgindir.
Ergenlerin bu yaşadığı sürece kimlik karmaşası adı verilir. Bazı ergenler bu karmaşayı
çok şiddetli ve uzun süre yaşar, bazıları ise hafif. Bu farklılığı ergenlerin beyin
yapısı, beynindeki biyokimyasal süreçler kadar ergenin içinde yaşadığı aile yapısı
ve anne-baba özellikleri belirler. Ergenin yaşadığı en önemli çatışma çocuk ruhu
ve davranışları içinde yetişkin bir bedenin gelişmeye başlamasıyla ilgilidir. Hormonların
aktivitesinde aşırı artma ergen bireyin bedeninde cinsiyete göre belirgin değişiklikler
oluşturmaya başlar. Erkeklerde ses kalınlaşır, tüyler ortaya çıkar, kızlarda ise
menstruasyon başlar, göğüsler büyür. Bazen davranışları yetişkincedir ve kendisine
yetişkin gibi davranılmasını bekler, bazen de çocukçadır. Aynı bedende çocuk ve
yetişkin kişi gider, gelir.
Beyindeki hormonal aktivite artışı ve artmış dopamin sistemi baskısı ergenin olaylar
karşısında çabuk parlamasına, birçok olayda düşünmeden eylemde bulunmasına yol açar.
İşte bu, genellikle ergenler ile anne-babalar arasında kırılma noktasını oluşturur.
Anne-babanın kendi korkularından dolayı ergeni kontrol çabası ergenlerde tepkisel
davranışlara yol açar, ya da ebeveynlerin beklemediği sert ve ters yanıtlara yol
açar. Ergen sözleri ve davranışları ile aşırı kırıcı olabilir. Genellikle her şeye
karşı başkaldırı içindedir ve eleştirel yaklaşır. Başta anne-baba olmak üzere çevresindeki
diğer büyükleri, öğretmenleri, ülkeyi yönetenleri beğenmez. Bu başkaldırıyı çok
uç noktalara kadar götürüp yasa dışı örgütlerin üyesi olabilir. Bu tür örgütlerde
aktif yer alanların daha çok gençler olduğu bilinen bir gerçektir.
Ergendeki karşı durma ve karşı gelme süreci bir yerde ergenin anne-babadan uzaklaşarak
kendi özerkliğini ve kimliğini koruma ve oluşturma çabasını içerir. Bu nedenle anne-babaya
düşen en önemli rol ergeni dinlemek, esnek ve hoşgörülü davranmaktır. Sert, yasaklayıcı
ve cezalandırıcı tutum ergen kişiyi rahatlıkla anne-babadan uzaklara sürükleyebilir.
Eğer anne-baba ergene karşı hoşgörülü, anlayışlı ve en çok da sabırlı davranırsa,
ergenlik döneminin bir diğer önemli özelliği ortaya çıkar. Bu da yaratıcılık ve
üretkenliktir. Ergenlik dönemi yaşamın en dinamik, yaratıcı ve üretken dönemdir.
Gerçekten de uygun çıkış yolu bulduklarında, karmaşayı atlattıklarında ergenler
yaşama aktif katılmaya başlar, her türlü düşünceye açıktır, beyni her alanda düşünce
üretir. Romantik ve beyinde iz bırakan aşkların en yoğun yaşandığı dönemdir. Karşımıza
bazen bir şair, bazen bir yazar veya filozof olarak çıkabilir. Yazılar, öyküler,
şiirler yazabilir. Projeler üretir. Düşünmeyi, tartışmayı sever. Çok hızla değişir.
Birdenbire her şey düzelebilir ve gene aynı hızla bozulabilir. Değişebilme özelliği
yaşla birlikte azalır ve yaşlılıkta yerini sabit ve katı düşüncelere bırakır. Ergenler
çevreden etkilenmeye çok açıktır. Bu nedenle ergenin birlikte olduğu arkadaşları,
aldığı eğitim ve okulu onu şekillendirir.
Ergenlerin uzaklaşması anne-babayı çoğu zaman kaygılandırır. Çoğu kez anne-baba
bu kaygılarında haklıdır. Ancak bu kaygı anne-babayı ergen üzerinde aşırı kontrole
yönlendirirse, ergen çocuklarının kendilerinden daha çok uzaklaşacağını bilmelidir.
En uygunu mümkünse zorlukları ve sorunları paylaşarak birlikte çözüm aramak ve kuralları
koymaktır.
Ergenlik süreci çocuk kişinin yetişkin olma süreci olduğu için aynı zamanda içinde
bir hüznü barındırır. Buradaki hüzün kaybolmakta olan çocukluğun yasını içermektedir.
Yitirilen çocuksu özelliklerdir. Size hayran bir şekilde sizi dinleyen, peşinizden
koşan, oynamak için sizi sıkıştıran biri değildir artık ergen. Sizin ulaşamayacağınız
bir dünyaya doğru gitmekten gizlice hoşnutluk duyan biridir. Özgür ve özerk biridir.
Hayata karşı ayakta durmaya çalışan, yaşamının sorumluluğunu almaya başlayan bir
genç vardır artık anne-babanın karşısında. Güven duyulması gereken Delikanlılarımıza
ve delikızlarımıza güvenelim
Geleceğimiz onlarda.
2. Stres
Stres ve Sağlığımız
Ulusal Hipertansiyon Derneği tarafından yapılan bir araştırmada Türkiye'deki hipertansiyon
hastalarının oranının %23 düzeylerinden % 30'lara ulaştığı ve yaklaşık 20 milyon
kişinin hipertansiyon hastası olduğu saptandı. Hipertansiyondaki artışın en önemli
nedenlerinden biri de stres. Hipertansiyon stresin yol açabileceği tek hastalık
değil. Peptik ülser gibi mide hastalıkları, kabızlık, kalp hastalıkları, baş ağrısı,
yorgunluk sendromu, uykusuzluk, çeşitli ruhsal hastalıklar Strese bağlı gelişen
hastalıklardan ilk akla gelenler.
"Stres" Son yılların moda bir terimi. Çok sık kullanılıyor. Şarkı sözlerine bile
yerleşti. Peki nedir "Stres"?
Stres bedenle ilgili veya dışarıdan bedeni tehdit eden etkenlerle ilgili vücudun
dengesini bozan bedensel, ruhsal ve sosyal tehditlere karşı bedenin verdiği psikolojik
ve fizyolojik tepkilerdir. Bu tepkilerin amacı "tehditler" karşısında vücudun bozulmuş
olan tepkisini yeniden dengelemektir.
Nedir bu bedenin kendi içindeki veya dışarıdaki tehditler? Örneğin açlık veya hızla
aşırı kilo verme, çok çalışma, sık iş toplantılarına gitme gibi vücudu aşırı zorlayan
durumlar, sevdiği kişinin veya yakınının kaybı, ilişki sorunları, aldatılma, üzüntü
veren yaşam olayları, iş ve statü kaybı, ekonomik zorluklar, yoksulluk, maddi kayıp,
arkadaş ve sosyal çevrenin kaybı gibi sosyal olaylar Bütün bu etkenler beden ve
ruhsal yapı üzerinde stres, bir tür baskı oluşturmakta ve psikolojik ve fizyolojik
tepkilere yol açmaktadır.
Stresi artıran etkenlerin başında aşırı gelişmiş sorumluluk duygusu gelmektedir.
Stresin oluşturduğu ruhsal belirtiler gerginlik hissi, sıkıntı, uykusuzluk, kilo,
iştah değişiklikleri (kişilere göre değişiyor, çok yeme veya iştah azalması gibi),
çabuk parlama, tepkisel olma, huzursuzluk, yerinde duramama şeklindedir. Bu ruhsal
belirtilere fizyolojik belirtiler eşlik edebilir. Çarpıntı, bayılma hissi, baş dönmesi,
unutkanlık, hastalanma ve ölüm korkusu, sık idrara gitme, kabızlık veya ishal, karın
ağrısı gibi
Stres karşısında bedenin verdiği ruhsal ve fizyolojik tepkileri şöyle bir durumla
daha kolay anlatabilirim. Balta girmemiş vahşi bir ormanda kişinin karşısına birden
bir aslanın çıktığını düşünelim. Yoğun bir korku, kanın beyne sıçraması, bacaklarda
gerginlik, gözbebeklerinde irileşme, sık ve yüzeysel solunum Aslan karşısındaki
bir kişinin yaşadıklarının benzerini streste olan kişi yaşar. Tek fark stresi yaşayan
kişinin karşısında aslanın olmayışıdır. Ancak stresteki kişi, sanki karşısındaki
aslan onu parçalayacakmış gibi yaşar. Ve aslan sanki sürekli karşısında ve onu yok
etmeye hazırdır.
Böylesi bir durum vücudun dengesini bozar, dolaşım ve sindirim sistemlerini etkiler,
kalp ve mide hastalılarına yol açabilir. Ruhsal hastalıklara yol açabilir.
Stresten kendimizi nasıl koruyabiliriz?
Öncelikle kişilerin kendi yaşamlarını gözden geçirmeleri gerekir. Hangi yaşam biçimi
ve hangi yaşam olayları yoğun olarak onları etkilemektedir? Ekonomik güçlükler mi?
Evlilik yaşantısı mı? Sevgisizlik mi? Hayal kırıklıkları mı? Hastalıklar mı? Yoğun
bir iş temposu mu? Bunu izleyen en önemli soru ise bu konularda yaşadığı zorlukların
nasıl üstesinden gelebileceği ya da etkisini nasıl azaltabileceğidir?
İş temposunu ayarlamak, sorumlulukları paylaşmak, çevresinden, yakınlarından destek
almak yararlı olabilir. Ya da yaşam biçiminde bazı düzenlemeler yapabilir. Ancak
yaşamda öyle zor durumlarla insanlar karşılaşabilirler ki stresin etkisini azaltma
ve stresi yönetme çok mümkün olmayabilir. Örneğin annesi Alzheimer tip Bunama Hastalığına
yakalanmış bir kişi gibi. Çözümü yok, sonucu yok ve bazen anneniz sizi bile tanımıyor.
Böylesi zor durumlarda strese dayanabilmek önemli bir sorun. Kişiyi rahatlatabilecek
uğraşılara, çeşitli aktivitelere gerek var. Stresle baş etmede grup halinde yapılan
sporların, eğlencelerin, arkadaşlıkların çok yararı vardır. Bireysel olarak da yoga,
meditasyon gibi vücudu rahatlatıcı tekniklerin, nefes egzersizlerinin, denizcilik,
müzik, kitap okuma, sinema gibi bireysel uğraşıların yararı olabilir.
3. Panik Bozukluğu
Ölüm paniği
Birden gelen şiddetli ölüm korkusu, aklını yitireceği ve akıl hastanesine kapatılacağı
korkusu genellikle panik atak geçiren kişilerin yaşadığı dayanılması güç olan duygulardır.
Panik atak nerede ve ne zaman geleceği belli olmayan şiddetli bir sıkıntı (anksiyete)
nöbetidir. Çarpıntı, terleme, titreme, göğüs ağrısı, nefes alamama, boğulma hissi,
hava açlığı, ellerde ve ayaklarda uyuşma, karıncalanma, baş dönmesi gibi çeşitli
belirtilerin hepsi veya bir kısmı panik atak sırasında görülebilir. Bedensel belirtiler
nedeniyle kişinin dikkati vücuduna yönelmiştir ve yaklaşık hastaların % 80'inde
bu bedensel belirtiler bir kalp krizinin ve yaklaşmakta olan ölümün habercisi olarak
algılanır. % 20 kadar hastada ise özellikle nörolojik belirtilerle ilişkili olarak
başlayan bir delilik sürecinin ilk sinyalleri gibi yaşanır. Bunun sonucu kişinin
kendisini hastane acil servislerinde bulması veya ileri tetkikler yapılarak var
olan belirtilerin nedeninin araştırılmasıdır. Gerçekte panik atağın bu bedensel
belirtilerinin de eşlik ettiği nöbetin süresi 5 dakikayı geçmez. Ancak çoğu panik
atak geçiren kişi bu atağı ölümün habercisi olarak yaşadığı için beklenti sıkıntısına
girer. Bedensel belirtiler nedeniyle ölümün yaklaşacağını düşünür, korkar ve endişeli
bir bekleyiş içinde olur. Bu da çoğu kişide panik atağın uzun sürdüğü, saatlerce
sürdüğü şeklinde bir algıya neden olur. Panik bozukluk diye tanımladığımız hastalık
panik atakların sık olarak tekrarlandığı veya bir veya birkaç atak sonrası yaşanan
sıkıntının uzun sürdüğü bir ruhsal bozukluğu tanımlamaktadır. Bazı kişilerde tek
bir panik atak yaşanır ve herhangi bir sorun gelişmeyebilir.
Panik kelimesinin kökeni, Yunan mitolojisinde var olan bir Tanrının ismi olan "Pan"
dan gelir. "Pan" mağarada yaşayan ansızın ortaya çıkıp insanları korkutan bir tanrıdır.
Bu korku genellikle insanlarda ölüm düşünceleri yaratmaktadır.
Yapılan araştırmalarda panik bozukluğunun yaşam boyu görülme sıklığı yaklaşık %3'tür.
Ancak her 10 kişiden biri, yaşamları boyunca panik atak yaşamaktadır. Özellikle
genç kesimde daha sık ortaya çıkar ve yaşlandıkça görülme sıklığı azalır.
Panik atak biyolojik kökenli bir sıkıntı atağıdır. Yani kişinin herhangi bir ruhsal
sorunu olmaksızın panik atak gelişebilir. İşler yolundayken ve kişi hayatından memnunken
bile panik atak yaşayabilir. Her panik atak yaşayan 3 kişiden birinde panik atak
gece gelir. Çok şiddetli bir çarpıntı ve korkuyla kişi uyanabilir. Bu nedenle, yani
ruhsal sorunlar olmaksızın panik atak oluşması, birçok panik hastasını Psikiyatri
tedavisi dışındaki tedavilere yönlendirmektedir. Bazen ne yazık ki Psikiyatrist
dışındaki hekimler panik atak tanısı koymakta zorlanmakta, hasta gereksiz birçok
tanıyla ve ilaç torbasıyla hekim hekim dolaşmaktadır. Panik atakların beyindeki
biyokimyasal mekanizmaların bozulmasına bağlı yalancı bir alarm durumu oluşması
sonucunda geliştiğini öne süren kuramlar vardır. Özellikle orta beyin alanlarında
panik atak sırasında fazla kanlanma olmaktadır. Ancak yapılan beyin tetkikleri bu
bölgede yapısal bir bozulma göstermemektedir. Öte yandan her panik hastasında kalp
hastalıkları, tiroid ve metabolizma hastalıkları gibi bedensel hastalıkların yokluğu
mutlaka gösterilmelidir.
Panik atak yeterince anlaşılmaz ve doğru tanı konmazsa bazı hastalıklara dönüşebilir.
Bunların başında çeşitli korkular (fobiler) gelir. İçlerinden en yaygın olanı açık
alana çıkma korkusu olan agorafobi'dir. Burada hasta kendi başına sokağa çıkamaz,
alışveriş merkezlerine gidemez, evde yalnız kalamaz. Araştırmalar bu tür korkuları
olan hastaların başlangıçta panik bozukluklu hastalar olduğunu göstermiştir. Panik
bozukluk düzelmediğinde veya iyileşmediğinde agorafobi gelişmektedir. Bu kişiler
sokakta düşüp bayılmakta, ölmekten korkmaktadır. Ve yanlarında bulunan kişilerden
destek almaktadırlar. Çok önceleri panik atak nedeniyle tedavi ettiğim bir kabadayı
hastam vardı. Sokakta gezerken herkes bu kişiden korkuyordu. Oysa kendisi panik
hastasıydı ve yalnız olduğunda düşüp bayılmaktan çekiniyordu.
Panik atağın iyileşmemesine bağlı gelişecek bir diğer sorun ise hastalık hastalığıdır.
Bu durumda kişiler sürekli kendilerinde bedensel bir hastalık olduğuna, hatta ölümcül
hasta olduklarına inanmaktadırlar. Doktorların onlara gerçeği söylemediğini düşünürler.
Ve ellerinde bir dizi reçete ve tetkikle doktor doktor dolaşmaktadırlar. Bu tür
hastaların da başlangıçta panik hastaları olduğunu çalışmalar göstermiştir. Bu kişiler,
panik atağın bedensel belirtilerine bakarak kendilerinde ciddi bir hastalık olduğunu
düşünmektedirler. Oysa panik bozukluk nedeniyle ciddi bir bedensel hastalık, sakatlık
veya ölüm gelişmez.
Panik atak ile ilgili son yazmak istediğim nokta, panik atağın veya panik bozukluğun
sanayi ve gelişmiş toplumlar ile ilgili bir sorun olduğudur. Tarihsel evrim içinde
kasaba toplumundan şehir toplumuna, kalabalık ailelerden bireye geçildiği süreçte
"konversiyon bozukluğu" diye adlandırdığımız sıkıntı ve üzüntülerle ilişkili bayılmaların
yerini panik bozukluk almaktadır. Yani önceleri panik atak benzeri sıkıntı yaşayan
kişiler, bugün artık bayılma yerine bu atağın belirtilerini yaşıyorlar ve doğrudan
yardım arıyorlar.
Panik bozukluk tedavi edilebilir bir ruhsal hastalıktır. Hastaların 2/3'ü yaklaşık
1-2 yıl içinde tamamen düzelebilir. Ancak daha uzun süren, düzelmeyen ve diğer ruhsal
sorunların da eşlik ettiği hastalar da vardır.
4. Fobiler (Korkular)
korkuyorum.
Korkular toplumda tahminimizden daha yaygındır.
Yaklaşık her 10 kişiden birinde herhangi bir konuda şiddetli bir korku vardır.
Doğa ve evren karşısında insanın güçsüzlüğü ve çaresizliği çağlar boyunca insanoğlunda
yaygın ve şiddetli korkulara yol açmıştır. İnsan bu korkularla baş edebilmek için
başlangıçta "ateş dansları", "yağmur duaları" gibi çeşitli ayinler geliştirmiş,
"Tanrıların gazabına" uğramamaya çalışmıştır.
Deprem, sel, yangın vb. doğa olaylarından ve düşmanlardan kaçmak için insan vücudunda
bazı değişiklikler olur. Kalp hızlı çarpar, solunum yüzeyselleşir, sık soluk alma
başlar, göz bebekleri irileşir, böylece düşmanı veya korku veren durumu daha iyi
gözlemleme olanağı doğar, kaslar gerginleşir, uçlardaki kan geri çekilir ve daha
çok bacak kaslarına pompalanır. Böylece korku veren duruma karşı ya saldırı ya da
kaçma davranışında bulunur.
Söz konusu tehdit eden doğa olayları olmadığı halde bazı nesneler veya durumlar
kişi için korku verici olabiliyor, yukarıdaki benzer belirtiler ortaya çıkabiliyor.
Bu korkulara "fobi" adını veriyoruz.
Örneğin köpek fobisi olan bir kişi, küçük veya büyük genelde fark etmez, bir köpekle
karşılaştığında birden şiddetli panik, çarpıntı belirtileri gösterir. İlginç olan
köpekle karşılaşmadığında bu belirtilerin hiçbirinin olmamasıdır. Fobi belirtileri
genelde korku veren nesne veya durumla karşılaşıldığı zaman ortaya çıkar. Örneğin
"agorafobi" dediğimiz açık alana veya sokağa çıkma korkusu olan kişide yalnız başına
sokağa çıkma veya alışveriş yapma, ya da işe gitme gerektiğinde sıkıntı ve korku
belirtileri görülür.
Fobilerin tedavisi vardır, ancak genellikle gündelik yaşamı etkilemediği için fobisi
olan birçok kişi tedaviye gitmez. Yalnız bu arada söz etmeden geçemeyeceğim bir
fobi var ki, kişinin hayatını son derece olumsuz olarak etkilemekte, kapasitesinden
oldukça geri düzeylerde iş sahibi olmalarına yol açmakta veya sosyal ilişkilerinde
ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu sosyal fobidir. Bir başka yazımı bu konuya ayırmakta
yarar var.
Hayvan (köpek, fare, örümcek, böcek vb.), yükseklik, uçma, araba, asansör, dişçi,
fırtına, kan, hastane, kapalı alan gibi birçok fobi türü vardır. Yükseklik fobisi
olan birçok kişi genellikle alt katlarda oturmayı tercih etmektedir. Siyasette yükselme
hırsı olan bir hastamda yükseklik fobisi vardı ve üye olduğu partinin genel başkanıyla
görüşmek için toplantının yapılacağı otelin 23. katına merdivenlerden çıkmıştı.
Aynı zamanda uçağa binmekten de şiddetle korkuyordu. Son yıllarda uçak korkularında
bir artış olduğunu gözlemliyorum. Bunun en önemli nedeni uçuş ve tatil olanaklarındaki
artışın kişileri uçmaya yönlendirmesi. Uçma zorunluluğu olamasa böyle bir sorun
da ortaya çıkmayacak.
Fobiler erkeklerde % 4, kadınlarda % 15 oranında görülür. Genellikle çocuklukta
başlar ve yaşam boyu sürer. Fobiler çocukluğunda kişinin ebeveynlerin davranışını
gözleyerek sonradan öğrenmesiyle gelişebileceği gibi kalıtsal özellikler de göstermektedir.
Son yıllarda beyin kimyasındaki düzensizliklerin de fobilere yol açabileceği ispatlanmıştır.
Ayrıca kişinin korktuğu dışarıdaki nesneler veya durumların, kişinin kendi iç dünyasındaki
korktuğu durumların veya nesnelerin yerini almış temsilcileri de olabilir. Örneğin
Freud "Küçük Hans" adlı bir çocuğun analizinde attan korkan Hans'ın gerçekte babasından
korktuğunu, babanın atla yer değiştirerek Hans'ın attan korkmaya başladığını veya
babasından olan korkuları böylece ata aktardığını göstermiştir.
Fobilerin tedavisi vardır. Hastalar genellikle depresyon eklendiği zaman tedavi
için başvururlar. Bazen ek olarak alkol, sigara veya madde kullanımı gelişebilir.
İlaç tedavisi ve fobilerin kontrollü olarak üstüne gidildiği davranış tedavisi oldukça
etkilidir. Fobilerin tedavisi en başta kişinin kendine güvenini geliştirir, toplum
içinde etkin ve başarılı bir birey olmasını sağlar. Çünkü fobiler genelde kişinin
gelişimini ve özerkleşmesini engelleyen belirtilerdir.
5. Bunama
"Unutkan oldum"
Yaşlanmayla birlikte, özellikle 70'li yıllardan sonra unutkanlığın arttığı bilinmektedir.
Çünkü yaşlanma sürecinde beynimizdeki sinir hücrelerinde belirgin bir azalma olur,
sinir hücrelerinin birbirleriyle oluşturduğu bağlantılarda budanma ortaya çıkar.
Beyindeki sinir ağları hatırlamamızı, planlar yapabilmemizi, düşünmemizi ve sevmemizi
örgütlemektedir. Dolayısıyla yaşlanma bütün bu işlevlerin azalmasına yol açabilmektedir.
Ancak ilginç olan yaşlanan beynin yeni olaylar karşısında kaydetme, hatırlama, değerlendirme
gibi yetilerini kaybetmesine karşın geçmişte, hele de en uzak geçmişte yaşanan ve
iz bırakan olayları en ince ayrıntısıyla hatırlayabilmesidir. Yani beyin erken yaşlarda
yaşanan ve iyice bellenen şeyleri daha geç unutmaktadır.
Yaşlanan beynin dışında daha erken yaşlarda, özellikle 50'li yaşlardan sonra başlayan
bir başka benzer unutkanlık hastalığı daha vardır ki sanırım hepiniz adını duymuşsunuzdur:
Alzheimer Hastalığı. Bu hastalıkta beyin hücrelerinde kalıtsal bir etkiyle birlikte
yozlaşma ve azalma olur. Bunun sonucu, beynin süreç içinde bütün işlevlerinden geriye
çekilmesidir. Önce unutkanlık başlar, sonra kademeli olarak gündelik hayat ile ilgili
basit işlevleri yapamaz hale gelir kişi. Hatta ileri aşamalarında Alzheimer hastası
yakınındaki kişileri, eşini, çocuğunu, akrabasını tanıyamaz hale gelebilir.
Bir başka türlü unutkanlık daha vardır ki hemen her yaşta görülebilir. Kişi koyduğu
eşyaların yerini unutur, yemeği ocakta unutur, çok önem verdiği bir arkadaşının
adını unutur, evin telefon numarasını veya toplantının hangi saatte, nerede başlayacağını
unutur Hatta defalarca kendisine söylense dahi gene unutur ve unutmamak için bir
yerlere not alması gerekebilir. Bu tür unutkanlıkların beynin yaşlanmasıyla veya
Alzheimer Hastalığıyla ilişkisi yoktur. Böylesi unutkanlıklardan en önemli farkı
bugünde veya geçmişte olsun, önemli değil, her şeyin unutulabilmesidir. Bir diğer
fark da kişi için o an önemli olan şeylerini unutulmamasıdır. Eşinin kim olduğu
veya nerede oturduğu gibi. Oysa Alzheimer hastası unutkanlığı nedeniyle evini bulamayabilir
ve sokakta kaybolabilir.
Bu tür genç yaştaki unutkanlıklar dikkat ile ya da dikkatin çevreden azalması ile
ilgilidir. Kişinin dikkati çevreden iç dünyasına çekilmiştir. Dolayısıyla çevreyle
ilgili konularda bir uzaklık gelişir. Dikkatini vermediği ya da veremediği için
unutkanlık ortaya çıkar. Kişi kendi iç dünyasında yaşadığı sorunlarla veya güçlülüklerle
meşguldür. Dikkati bu sorunları çözmeye yönelmiştir. Genellikle üzüntüler, hayal
kırıklıkları veya yaşam olayları kişiyi meşgul etmektedir. Örneğin eşiyle sürekli
tartışan, evlilikle ilgili hayal kırıklığı yaşayan veya boşanmanın eşiğine gelmiş
olan bir kişinin işine eskisi kadar kendini verebilmesi, etkin olabilmesi pek beklenemez.
Ya da kanser hastalığı nedeniyle yakını hastanede kemoterapi alacak olan kişi o
sıradaki başka detayları aklında tutamaz. Ocağın altının açık olması veya yangın
tehlikesi dahi olsa dikkati, tüm düşünce ve duyguları yakınının hastalık sürecindedir.
Bu tür unutkanlıklar çökkün duygudurumu (depresyon) ve yoğun bunaltı hissi (anksiyete)
ile ilgilidir. Unutkanlık yanı sıra bazı diğer belirtiler de görülebilir. Mutsuzluk,
endişe, karamsarlık, sıkıntı gibi...
Alzheimer tipi veya yaşlılığa bağlı unutkanlıklarda uygun tedavilerin yanı sıra
hastaların bugünle ilgili dikkatlerini arttırıcı bazı yaklaşımların yararlı olduğu
bildirilmektedir. Gündelik gazeteleri izleme, televizyonda haberleri seyretme gibi.
Oysa depresyon ve yoğun anksiyeteyle ilgili unutkanlıkların çözümü, altta yatan
duygusal çatışmaların çözülmesine veya ruhsal sorunların giderilmesine dayanmaktadır.
Bazen bu tür durumlarda kullanılan ilaç veya psikoterapi gibi tedavi yöntemleri
temeldeki depresif duyguları ve bunaltıyı giderebildiğinden dikkat artabilir, bellek
berraklaşabilir.
6. Şizofreni ve İşlevsellik
http://www.medikalakademi.com.tr/index.php/psikiyatri/784-sizofreni-islevsellik-psikiyatri
7. Psikososyal Rehabilitasyon
Türkiye'de şizofreni hastaları için geliştirilmiş psikososyal rehabilitasyon programları
yeterince gelişmemiştir. Hastalar ev ile hastane arasında kısır bir döngü şeklinde
gidip gelmektedir. Belirtileri şiddetlenen hastalar, bazen kendi onamları dışında
ve zorla (kolluk güçleri aracılığıyla) hastaneye yatmakta, uygulanan ilaç tedavileri
ile kısmen düzelmekte ve tekrar evlerine dönmektedirler. Şizofreni hastalığı nedeniyle
birden topluma uyum sağlayamayan hastalar zamanlarının çoğunu evin içinde geçirmekte
ve zamanla tekrar hastalanabilmektedirler. Oysa hastaneden çıktıkları dönemde hastaların
düzelmelerini güçlendirmek ve iyileşmelerini arttırmak için ara merkezlere gereksinim
vardır. Bu ara merkezlerin organizasyonu ruh sağlığı profesyonellerince (ruh sağlığı
uzmanı, sosyal hizmet uzmanı, psikolog ve psikiyatri hemşiresi) oluşturulmakta,
hastanın tedavisi yanı sıra sosyal ve mesleksel yetilerini geliştirebilecek bazı
programlar geliştirilmektedir. Aynı zamanda hastaların uygun işyerlerine yerleşmesini
sağlayarak onların meslek edinmeleri sağlanabilir. Bu şekilde işe yerleşmiş olan
hastalar işyerlerinde takip edebilir. Psikososyal rehabilitasyon programları ilaç
tedavisiyle sağlanan iyileşmeyi arttırarak hastanın tamamen düzelmesini sağlayabilir.
8. Psikoz
Gerçeği değerlendirme bir dizi tıbbi ve psikiyatrik hastalıkta bozulur. Gerçeği
değerlendirmenin bozulduğu durumlar "psikotik bozukluklar" olarak tanımlanır. Eğer
hastanın psikiyatrik muayene ve öyküsünde aşağıda sıralanan bulgular saptanırsa
hastanın gerçeği değerlendirmesinin bozulduğuna karar verilir:
8.1. Sanrılar
Sanrılar, belli bir çağda ve toplumda gerçeğe uymayan, mantıklı düşünce ile değiştirilemeyen
inançlar olarak tanımlanır. Sanrılar temalarına göre büyüklük sanrıları (Peygamber,
cumhurbaşkanı olduğuna ya da sonsuz güçleri olduğuna inanır), kötülük görme sanrıları
(Beni izliyorlar, komplo kurmuşlar, beni öldürecekler ), alınma sanrıları (benim
hakkımda konuşuyorlar, radyo veya televizyondan bana mesaj yolluyorlar), etkilenme
sanrıları (davranışlarıma, düşüncelerime yön veriyorlar), düşünce okunması (düşüncelerimi
okuyorlar, ben düşünceleri okuyabiliyorum), kıskançlık sanrıları (eşinin kendisini
aldattığına inanma) şeklinde tanımlanabilir.
8.2. Halüsinasyonlar
Dış uyaran olmaksızın algılama, halüsinasyon ya da varsanı olarak tanımlanır. Tüm
duyusal uyaranlarla ilişkili halüsinasyon olabilir; işitme, görme, koku ve dokunma.
En sık işitsel ve görsel varsanılar izlenir.
8.3. Dezorganize konuşma ve dezorganize davranışlar
Hasta düşüncelerini sözlü anlatıma döktüğünde düşüncenin biçimini değerlendirebiliriz.
Düşüncelerin kendisi değil, düşünceler arasındaki bağlantı değerlendirilir. Düşünceler
bir mantık dizgesi içinde sıralanmalı ve amaca yönelik olmalıdır. Eğer bunlar yoksa
düşünce biçim bozukluğu (dezorganize konuşma) söz konusudur. Çağrışımlardaki dağınıklık,
çözülme, teğetsellik, enkoherans, neolojizm ve sözcük salatası dezorganize konuşmaya
örneklerdir.
Dezorganize davranışlar ise her türlü amaca yönelik olmayan davranışı içine alır
ve çocuksu davranışlardan, eksitasyona kadar değişen bir aralıkta farklı davranışları
içerebilir. Kişinin olağan dışı, tuhaf giyimi (üst üste birden fazla palto giymek
ya da sıcak bir yaz gününde palto giymek gibi), tuhaf davranışı (kendi kendine konuşma
gibi) ya da öngörülemeyen bir şekilde kişinin bağırıp çağırması ve etrafa yönelik
yıkıcı davranışlar sergilemesi (eksitasyon) dezorganize davranışlara örnek oluşturur.
Bu psikotik bulgulara ek olarak psikiyatrik muayenede hastanın iç görü kaybı dikkat
çeker. Psikotik bozukluklarda kişinin hastalık ve hastalık belirtilerine karşı iç
görüsü yoktur, bu belirtileri hastalık olarak kabul etmez. Bu nedenle doktora çoğu
kez başvurmaktan kaçınır.
9. Şizofreni
Hastalık yükü açısından bakıldığında psikiyatrik ve nörolojik hastalıklar küresel
hastalık yükünün % 11.5'ini oluşturmaktadır. Şizofreni tüm dünyada yeti yitimine
(disability) neden olan hastalıklar veya sağlık sorunları arasında 9'uncu sıradadır.
Şu anda 22 milyon olan şizofreni hastasının bir kaç on yıl sonra 45 milyona çıkacağı
tahmin edilmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) genç yaşta başlayan, yeti yitimine yol açan, hastanın
ve hasta ailesinin yaşam kalitesini azaltan bir hastalık olan şizofreniye eskiye
oranla daha çok ilgi göstermektedir. Avrupa'da, A.B.D.'de ve ülkemizde şizofreni
konusunda toplumda uyanıklılık ve bilinç oluşturmak üzere geniş kampanyalar düzenlenmektedir.
Şizofreni genellikle genç yaşta başlayan (16-25 yaş), duygu,düşünce ve davranışlarda
bozulmayla kendisini gösteren, birçok hastada psikososyal işlevselliği önemli ölçüde
bozarak yaşam boyu süren bir beyin hastalığıdır. Hastaların çoğu, "evlenme, çocuk
sahibi olma, çocuk yetiştirme ve meslek edinme" gibi sosyal hedeflere ulaşamamakta,
yaşamlarının önemli bir kısmını aileye ve topluma bağımlı olarak geçirmektedir.
Şizofreninin yaşam boyu görülme sıklığı yaklaşık % 1 civarındadır. Değişik kültürlerde
ve ülkelerde yapılan çalışmalarda bu oran birbirine oldukça yakın bulunmuştur. Ülkemizde
örnek seçilerek toplum tabanlı yapılmış çalışmalar çok azdır. 1995 yılında Doğan
ve arkadaşlarının yaptığı bir alan çalışmasında, 500 hanelik bir örneklem grubunda
984 denekle görüşme yapılmış, 5 kişide (%0.5) şizofreni saptanmıştır.
Her 100 kişiden birinde şizofreni görülmektedir. Ülkemizde yaklaşık 400-600 bin,
İzmir'de 30 bin şizofreni hastasının olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye'de her
yıl 10 bin yeni şizofreni hastası ortaya çıkmaktadır. Hastalığın aileleri de olumsuz
etkilediği göz önüne alınırsa, şizofreni ülkemizde yaklaşık 2 milyon kişiyi yakından
ilgilendiren bir hastalıktır. Bu kadar çok sayıda kişiyi ilgilendiren bir hastalık
olmasına rağmen şizofreni ihmal edilmiştir. Bunda toplumdaki şizofreniye yönelik
damagalama eğiliminin etkisi çok fazladır.
Şizofreni belirtileri çalışamama, günlük olağan işleri yapamama, içe kapanma, toplumdan
uzaklaşma, garip ve uygunsuz davranışlarda bulunma, garip düşünme, aşırı şüphelenme,
gerçekte olmayan sesler işitme şeklindedir. Şizofreni, hastaların en az yarısında
ciddi yeti yitimine (hastalığa bağlı olarak herhangi bir işte çalışamama, psikososyal
işlev görememe) yol açmakta, hastaların ve hasta ailelerinin yaşam kalitesini azaltmaktadır.
Son yıllarda şizofrenide beyin araştırmalarının sayısı oldukça artmıştır Beyinde
dopamin ve serotonin adlı maddelerde düzensizlik oluşmaktadır. Şizofreni tedavisinde
kullanılan ilaçlar bozulmuş beyin dopamin ve serotonin düzeneklerini normallaştirerek
işlev görmektedir. Şizofreni hastalarının beyinlerinde, özellikle prefrontal bölgede
yapısal anormallikler, kanlanma ve metabolizma azalması saptanmıştır. Şizofreni
hastalarının beyni normal kişilerin beyinlerine oranla daha küçük ve daha hafif,
korteksi oluşturan nöron hücreleri ve sinaptik bağlantılar daha azdır.
Şizofrenide 2 ana belirti kümesi var: Düşünce bozukluğu, sesler işitme, hayal görme,
davranış bozuklukları gibi psikotik belirtiler ve düşünce fakirleşmesi, sosyal içe
çekilme, hayattan zevk alamama ve işlev görememe gibi negatif belirtiler. Şizofreni
tedavisinde kullandığımız mevcut antipsikotik ilaçlar, psikotik belirtileri iyileştirirken,
negatif belirtileri iyileştirme etkisi sınırlıdır. Öte yandan ise negatif belirtiler
hastaların gelecekte iyileşmelerini ve çalışmalarını öngören en temel belirtilerdir.
Yani eğer kullanılan ilaç tedavisi hastadaki negatif belirtileri iyileştirirse ya
da hastadaki negatif belirtilerin şiddeti hafif ise hasta iyileşebilmektedir. Bu
nedenle özellikle negatif belirtileri iyileştirebilen yeni ilaçlara gereksinim vardır.
Mevcut antipsikotik ilaçlar eski ilaçlarla karşılaştırıldığında hasta memnuniyeti
açısından daha yararlıdır. Hastaların memnun olmalarının en önemli nedeni ise yan
etki avantajları ve hastaların yaşam kaliteleri üzerindeki olumlu etkileridir. Yeni
ilaçlar hastalarda Parkinson hastalarında gördüğümüz belirtilere benzer davranış
ve düşünce üretimi üzerinde kısıtlılıklar oluşturmuyor.
10. Nörogelişimsel Açıdan Şizofreni
Şizofrenide ventriküler genişleme ve kortikal atrofi görülmektedir. Özellikle prefrontal
kortikal bölge yapısal ve işlevsel anormallikler göstermektedir. Şizofrenide görülen
beynin yapısal ve işlevsel anormallikleri hastalığın başlangıcında da vardır. Ayrıca
süreç içinde bir grup hastada bu anormalliklerde değişiklik görülmezken, şizofreni
hastalarının çoğunda zamanla artış görülmektedir. Öte yandan dejeneratif süreç göstergesi
olan patolojik özelliklerin görülmeyişi ve beyin anormalliklerinin yaygın ve süreç
içinde kısmen değişmez oluşu şizofrenide gelişimsel bir bozukluğun rolü olabileceğini
düşündürmektedir. Şizofrenide sinir hücrelerinin kortikal bölgenin yüzeyine dek
gidememiş olması ve korteksin derin katmanlarında yoğunlaşmış olması, gelişimsel
bozukluğun kortikal yapıların şekillendiği 3-6 aylar arasındaki sinir hücreleri
göçü sırasında oluştuğunu göstermektedir. Sinir hücre göçü sırasındaki yetmezlik
özellikle prefrontal korteks ile diğer beyin bölgeleri arasında yeterli ve işlevsel
sinaptik bağlantıların gelişmesini önlemektedir. Kortikal nöronlarda bulunan NADPH-d
enzim düzeyinin prefrontal korteksin yüzeyinde azalmış, derin kortikal yapılarda
artmış olması ve talamokortikal projeksiyon nöronlarında görülen parvalbuminin azalması
şizofrenide sinir hücresinin ve beynin (nöronal) gelişmesinde bir yetersizlik olduğu
görüşünü desteklemektedir.
11. Şizofreniye Yatkın Ergenler
Şizofreni kliniğinde belirginleşmiş iki gerçek vardır: Hastalığın geç ergenlikte
ortaya çıkması ve dopamini bloke eden antipsikotik ilaçların psikotik belirtilerde
etkili olması. Gelişimsel bozukluk açısından bu iki olguyu açıklamak biraz güçtür.
Ancak prefrontal kortikal bölgenin mezolimbik dopaminerjik projeksiyon nöronları
üzerinde inhibitör etkisi bulunduğu bilinmektedir. Öte yandan ergenlik döneminde
mezolimbik dopaminerjik aktivitede aşırı bir artma olmaktadır. Normal gelişim sürecinde
bu artmış mezolimbik dopaminerjik hiperaktivite prefrontal korteks tarafından düzene
sokulmaktadır. Prefrontal kortekste yetersizlik varsa dopaminerjik hiperaktivite
beyni etkisi altına alabilecektir. Ancak neden şizofreniye özgü belirtilerin daha
erken dönemde başlamadığı açıklanamamaktadır. Ancak son yıllarda şizofreni geliştiren
kişilerin doğum, bebeklik, çocukluk ve gençlik dönemleri incelenmiş ve bazı ipuçları
saptanmıştır. Şizofreni gelişen kişilerde daha sık doğum ve hamilelik komplikasyonları,
erken çocukluk döneminde özellikle motor ve dil gelişim bozuklukları, sosyal yönden
yalnız olma ve kendi kendilerine oynama özellikleri, erken erişkinlikte garip düşünceler
ve davranışlar saptanmıştır. Hatta şizofreniye aday kişiler saptanarak erken müdahele
etme çalışmaları yapılmaktadır. Bu çalışmalar henüz sonuçlanmamıştır.
Şizofreni tansı altında birden fazla bozukluğun bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca
şizofreninin oluşmasında birçok etkenin rolü olabilir. Şizofreninin nedenini araştıracak
olan gelecekteki çalışmalar özellikle genetik ve moleküler biyoloji alanlarında
yapılacaktır. Sinir hücre göçünde etkili olan genlerin ve proteinlerin yapılarını
ve işlevlerini araştırmak oldukça önemlidir. Eğer şizofrenideki temel bozukluk anne
karnında erken beyin gelişimi sırasında ise, fötal beyin gelişimini kontrol eden
genetik süreçleri saptamak hastalığın nedeninin anlaşılmasını sağlayabilir; dahası
etkin bazı tedavi yöntemleri, örneğin genetik yapıda değişiklikler yaparak etkin
olabilen ilaçlar geliştirilebilir.
12. Depresyon
Depresyon duyguların çökme yönünde hastalanmasıdır. Kişi kendisini sürekli mutsuz
hisseder. Herşeye karşı olumsuz yaklaşır. Neşesizdir. Sevilmediğini, başarısız olduğunu
düşünür. Uyku, iştah ve kilo düzensizlikleri olur. Karamsardır. Sıklıkla ölümü ve
intiharı düşünebilir. Depresyon yaşayan hasta intihar ile yaaşamına son verebilir.
Bu nedenle her türlü depresyon belirtileri görülen kişilerin mutlaka doktora başvurması
gerekmektedir.
Depresyonun tedavisi vardır. İlaç tedavisi ile birlikte yapılan psikoterapi depresyon
belirtilerinin iyileşmesini sağlar.
13. Bipolar Bozukluk (Manik Depresif Psikoz)
Duyguların hem yükselme (mani), hem de çökme (depresyon) yönünde bozulduğu ataklarla
seyreden ruhsal bir hastalıktır. Mani ataklarının varlığı Bipolar Bozukluk tanısı
konması için yeterlidir. mani atağı sırasında aşırı konuşma, neşe, psikomotor aktivite
artışı olur. Kişinin davranışlarının kontolü azalır veya tamamen ortadan kalkar.
Aşırı ve hesapsız para harcama olabilir. Bazen çevreden şüphelenme, kendinde aşırı
güçler hissetme, büyüklenme duyguları da eşlik edebilir. bazı mani nöbetlerine depresyon
belirtileri de eşlik edebilir.
Bipolar bozukluktaki mani atağı genellikle hastane yatışını gerektiren bir tablodur.
Duygu durumu dengeleyici ilaçlar bu tabloda çok etkilidir.
14. Ruhsal Hastalıklar ve Tedavisi
Ruhsal hastalıkların tedavisinde ilaç tedavisi, psikoterapi birlikte uygulanmalıdır.
Antidepresif, antipsikotik, anksiyolitik ve duygu durumu dengeleyici özellikte birçok
ilaç bulunmaktadır. Toplumda ruhsal hastalıklara yönelik kullanılan ilaçlarla ilgili
yanlış önyargılar bulunmaktadır. En çok bağımlı yaptığı ve kişileri uyuşturduğu
yönünde bir kanı vardır. Yeşil reçete kapsamında olmayan ilaçlar için bu yargılar
yanlıştır. Antidepresif, antipsikotik ve duygu durum dengeleyici ilaçlar uyuşturucu
değildir ve alışkanlık yapmaz.
Birçok psikoterapi yöntemi vardır: klasik psikanaliz, analitik yönelimli psikoterapi,
davranışçı psikoterapi, bilişsel terapi, aile terapisi, evlilik terapisi, cinsel
terapiler, destekleyici terapi vb. Günümüzde ideal olan birçok farklı terapi yöntemini
hastaya uygun olan bir yaklaşımda birlikte uygulayabilmektir. Örneğin takıntıları
(obsesyonları) veya korkuları olan bir hastada, ilaç tedavisinin yanısıra, sorunlarını
ele alan analitik psikoterapinin yanısıra bilişsel davranış tedavisi, gerektiğinde
aile veya evlilik terapisi de uygulanmalıdır.
Psikanalitik yönelimli psikoterapi kişinin sorunlarının nedenlerine inmeyi ve sonuçta
hastadaki kişilik özelliklerini değiştirmeyi hedeflemektedir. Bugünkü yaşam koşullarında
klasik psikanalizin (en az 3-5 yıl, haftada 3-5 kez 45 dakikalık görüşmeler) çok
uygun olamadığı vurgulanmaktadır. İdeali hastanın gereksinimlerine uygun olan biçimde
haftada bir görüşmelerdir.
Bilişsel davranışçı tedaviler hastadaki davranışları ve hastanın düşünme şeklini
değiştirmeyi hedeflemektedir.
Evlilik sorunları için evli kişilerin birlikte katıldığı evlilik terapisi uygundur.
Cinsel terapiler cinsel sorunların tedavisinde oldukça başarılıdır. Çift birlikte
katılır. Davranışçı yöntemler uygulanır. Ülkemizde cinsel tedaviler yeterince bilinmediği
için ve bu sorunları olan kişiler diğer hekimler tarafından (aile hekimi, kadın
doğum ve üroloji uzmanları) psikiyatristlere yönlendirilmedikleri için hastaların
sorunları yıllarca sürebilmektedir.
Destekleyici psikoterapi
Destekleyici psikoterapi kavramı 20. yüzyılın başlarında amaçları psikoanalizin
amaçlarından çok daha sınırlı bir tedavi yaklaşımı olarak geliştirilmiştir. Destekleyici
psikoterapi hastanın kişiliğini değiştirmek yerine ciddi psikiyatrik hastalıkların
yeniden alevlenmseini önlemek amacıyla hastanın yakınmaları ile başa çıkma konusunda
veya bir kişinin geçici problemine yönelik yardımcı olmayı amaçlar. Destekleyici
psikoterapide kullanılan temel yöntemler övgü, güvence, cesaretlendirme ve yeniden
çerçeve çizmedir. Ayrıca destekleyici psikoterapi dışavurumcu ve davranışçı bilişsel
terapi tekniklerini de kullanan eklektik bir terapidir. Başarılı bir destekliyici
terapi için kişinin analitik terapi özelliklerini iyi bilmesi ve hastasını analitik
yönden analiz edebilmesi gereklidir. Destekleyici psikoterapinin krize müdahalede
ve şizofreni, depresyon, anksiyete bozuklukları, madde kullanım bozuklukları, kişilik
bozuklukları ve anoreksiya nervosa tedavisinde etkinliği gösterilmiştir.